EN BÜYÜK RÜYAM: TÜRK-ALMAN KÜLTÜR VE SANAT VAKFI

Yekta Arman ile Koronalı günlerde tiyatro ve Tiyatrom üzerine bir söyleşi

Yekta Arman: “Tiyatrom olarak bizim aldığımız yardım 2008 yılında kesildi ve başınızın çaresine bakın denildi. O günlerde biz karar noktasındaydık! Biz bu işi ya yapacağız! Ya yapacağız! Başka çaresi yoktu. Berlin’de Türk tiyatrosu ve Tiyatrom yaşamalıydı. Yaşatmalıydık, başka yapacak birşey yoktu!”

Yekta Arman: “350 bin Türk’ün yaşadığı Berlin’de bir tane değil en az 4-5 tane Tiyatrom olmalıydı. Burada yaşayan insanların, devletimizin biraraya gelip şunu söylemeleri lazım artık. ‘Bizim bir kültürevine ihtiyacımız var.”

Hüseyin İşlek / HAYPA.de

Sevgili Yekta Arman, bu söyleşi için çok soru hazırlamıştım ama bir tek sorum olacak sana. Acısıyla tatlısıyla yaklaşık yarım yüzyıldır tiyatronun, daha doğrusu TİYATROM’un içindesin. Bu süreçte büyük sıkıntılar yaşadınız, hele hele şu son bir yıldır devam eden Koronvirüs salgını ve pandemi süreci nedeniyle durum artık dayanılmaz boyutlara ulaştı! Berlinlilere biraz tiyatronun ve Tiyatrom’un geçmişinden ve geleceğinden bahseder misin? Nereden gelip, nereye gidiyoruz? Sence yolun sonu görünüyor mu?

Yekta Arman: Önce sana çok teşekkür ediyorum sevgili Hüseyin, tabii ki Ne.Var.Ne.Yok.de ve HAYPA ailesine de aynı şekilde. Sizler Berlin’de her zaman sanatın ve sanatçının nabzını tutan insanlarsınız. Bilhassa sen, benim bildiğim kadarıyla 50 yıldan beri biz seninle birlikteyiz. Sen bu çalışmaların ve oluşumların hep içinde oldun ve yaşadın. Biz ilk defa seninle birlikte başladık bu heyecanlara ve bu çalışmalara. İlk sahne üstü fotoğraflarımızı çeken sendin yine. Burada sana da çok büyük bir teşekkür borçluyuz. Almanya’da zaten sanat yapmanın, tiyatro yapmanın sıkıntılarını bir tarafa bırakalım, bu işin ne kadar meşakkatli olduğunu sen zaten Tiyatrom’la yapılan çalışmaları birebir yaşamış bir insan olarak benden daha iyi biliyorsun.

Korona krizi, bizi tamamen içimize izole etti.

Maalesef  hiçbir görsel çalışma yok. Kollektif dediğimiz birlikte çalışma ki bu Tiyatro’nun nüvesini oluşturur, bütün parçacıklar sonunda bir araya gelip bir  kolye olur. Bunun içine konduvitinden, makyözüne, dekorundan kostümüne, kostüm tasarımcısından, sahne teknisyenine, ışığından ton meisterine (ses mühendisi) kadar herkes bir ekip çalışması yapar. Bir de bunun ön çalışmaları vardır, mesela metin yazımı ve dramaturji çalışmaları gibi. Herşey durdu.

Provalar yok, en ufak bir sahne üstü çalışması yok. Ne bileyim, deneme bile yapmak mümkün değil! Çünkü buna uygun koşullar ve ortam yok, insanlar korku içinde. Düşünce başka bir yerde, beyin başka bir yerde. Yani düşünce yoğunluğu başka yerlerde. İnsanların kendisini konsantre etmesi korkunç bir problem. Ben bunu yaşayacak mıyım? Nasıl yaşayacağım? Hasta olacak mıyım? Acaba ben de bir şekilde hastalanırsam nasıl geçiririm bu hastalığı gibi bir sürü korkusu var insanların ve devam ediyor bu korkular.

Yekta Arman: “Evet aşı bulundu ve bizi umutlandırıyor!”

Bir ölçüde aşı bizi koruyabilecek bir olgu olarak karşımızda ama senin de bildiğin gibi kamuoyunda, insanların kafasında soru işaretleri ve bilgi kirliliği var. Bu konuya etraflıca girmek istemiyorum ama sanatın yaşadığı sıkıntıları şöyle özetleyebilirim. Biz küçük bir tiyatroyuz. Bugün 200 kişilik bir salonu  ve sahnesi olan, küçük ölçekli bir tiyatro diyelim biz Tiyatrom’a. Küçük ve sevimli bir sanat kurumu. Ama bizi yaşatan seyircimiz ve seyirci ile birlikte sosyal çalışmaların içine girerek insanların ve sanatçıların birlikte biraraya gelebilmesi ve bu olmuyorsa tiyatro olması zaten mümkün değil. Şu an tiyatroyu bırakın, hiçbir oyun, hiçbir konser ve hiçbir etkinliğin olması mümkün değil. Peki ne olacak? Bekleyiş içersindeyiz! 2020 yılının Mart ayından beri bu tiyatro kapalı. Devlet yardım ediyor ama kapanmanın açtığı birçok yaralar var. Biliyorsun biz Freie Waldorfschule Kreuzberg’e bağlıyız, onların kiracısıyız.

Konserler, edebi akşamlar, felsefe akşamları ve burada çalışmalarını sürdüren projelerin hepsi rafa kalktı.

Yani burada hiçbirşey yapılamıyor. Geçtiğimiz yılın temmuz ayında biraz kıpırdanma oldu hatırlarsın. Orada proje bazında çalışmalar yapanların biraz katkısı oldu. Devletten proje alanlar Tiyatrom’da sahne aldı. Onlar için seyirci sayısı önem taşımıyor, 10 kişi olmuş, 100 kişi olmuş önemli değil. Önemli olan oyunu oynayabilmek. “Bizim bu oyunları oynamamız lazım, biz parayı bu projeler için aldık, oynamazsak iade etmek zorunda kalacağız. Biz oyunlarımızı oynayıp bu parayı hak ettik demek istiyoruz.“ diyorlardı ve haklıydılar. O arada Tiyatrom’da 1,5 metre fiziki mesafe dikkate alınarak, hijyen kurallarına dikkat edilerek ve maske takılarak 45 kişiye kadar ufak tefek bazı etkinlikleri yapabiliyorduk. Bu geçtiğimiz eylül ayına kadar böyle devam etti, ancak Eylül’de en çok 25 kişiye kadar salonu kullanabilirsiniz dediler. İyi de 25 kişiyle ne olabilir? Hiçbir sanatsal etkinlik olmaz, olsa olsa toplantı olabilir. Biz de bu tür etkinliklere yöneldik ama bu arada okullar açık diye ben de okullarla konuştum, “Gelin derslerinizi burada yapın“ dedim. Okul bilindiği gibi sanat ve müzik ağırlıklı bir okul. Görsel sanatlar ön planda. Gelin çalışmalarınızı bizde yapın dedik. Bunu istememizin sebebi en azından bize kira konusunda esneklik göstersinler istedik. Ama dediler ki teklif için sağolun, ama biz önce sağlık sorunlarını düşünmek zorundayız. Biz de “size bunu sağlarız, hükümetin öngördüğü koşulların ve önlemlerin hepsi alındı” dedik ve böyle bir çalışmayı başlattık.

Peki ne yapacağız? Yapacak bir şey yok, bekleyiş içersindeyiz!

Bu bugüne kadar böyle geldi. Eylül, ekimden sonra genişletilmiş ikinci kapanma önlemleri paketi çerçevesinde Berlin’de hemen hemen her yer ve herşey kapandı. Peki ne yapacağız? Yapacak birşey yok, bekleyiş içersindeyiz! Okullarla ilgili ufak tefek projelerimiz vardı, ilkokul ve yuva çocukları ile ilgili, bunların hepsi kaldı, hiçbir şekilde devam etmemiz mümkün olmadı ve hepsini dondurduk.

Önlem paketleri Şubat ayının 15’ine kadar sürecektir ama bu tarihten itibaren bir parça normalleşmeye döneriz gibime geliyor. Okulların açılmasıyla gerek ilkokul, gerekse çocuk yuvaları için sunduğumuz  projelerimiz ve çalışmalarımız, Volkshochschule’lerin açılmasıyla gençlik projelerimiz var. Onlar en azından başlayacaktır ve bu bir parçacık bize nefes aldıracaktır diye düşünüyorum. Bu da bize CAN SUYU, olacaktır diyebilirim.

Tabii sadece bu değil, bir de şöyle bir sıkıntımız var: Bildiğin gibi burası tarihi eser konumunda bir bina. Bu binanın belirli yaşlarda tamir olması gerekiyor. Bu konuda İçişleri Senatörlüğü ile Berlin tarihi dokusundan sorumlu olan dairenin bizden şöyle bir ricası oldu. Diyorlar ki “Buranın yenilenmesi gerekiyor, bunun için lütfen bize bir tarih söyleyin.“ Ben de şöyle düşündüm: Biz de bu aralar nasıl olsa etkinlik düzenleyemiyoruz, o zaman bu aralar burası tamir edilsin. Bu tamiratı okul da istiyor ve kabul ediyor. Sıkıntı şu: Burası tamir edildikten sonra kiramız ne olur, ne kadar artar?  Çünkü A’dan Z’ye yenilenecek bina. Bir sorun da şu restorasyon boyunca biz çalışmalarımızı nerede yapacağız? Okul bize “Bizim büyük salonu kullanabilirsiniz„ dedi ama salon 550 kişilik ve hemen hemen hergün dolu. Çünkü okulun kendi Aulası yok, Aula olarak orayı kullanıyorlar. İmtihan sınıfları mesela burada toplanıyor. Bunlar hepsi nasıl organize olacak ve nasıl bir biçimde yapılacak, gerçekten ben de bilemiyorum ve önümüzü göremiyorum. Zira yarın ne olacağını bilemiyoruz! Bizim aldığımız yardım 2008 yılında  kesildi ve başınızın çaresine bakın denildi. O günlerde biz karar noktasındaydık! Biz bu işi ya yapacağız! Ya yapacağız! Başka çaresi yoktu. O gün böyle çıktık yola, Berlin’de Türk tiyatrosu ve Tiyatrom yaşamalıydı. Başka yapacak birşey yoktu. Bizden sonra gelecek olan kuşaklara bu işin ne kadar güzel olduğunu ve ne kadar elzem olduğunu, `Bir dili ve bir kültürü yaşatmanın´ çok büyük bir sorumluluk olduğunu ve gereken tüm bilgileriyle gelecek nesle aktarılması gerektiğini savunduk.

Çünkü tiyatro 350 bin Türkün yaşadığı Berlin’de bir tane değil en az 4-5 tane olmalıydı.

Burada yaşayan insanların, devletimizin biraraya gelip şunu söylemeleri lazım artık: “Bizim bir kültür ve sanat vakfına ihtiyacımız var.” Böyle bir düşünce 35-40 yıl önce vardı ama rafa kalktı maalesef. Ben şunu söylüyorum hep: Eğer kültür ve sanatı yaşatmak istiyorsak mutlaka Alman dostlarımızla, Alman resmi makamlarını, devleti ve hükümeti de bu işin içine çekmemiz lazım. Tek başımıza değil, ben burada yaşıyorum, vergimi burada veriyorum, belki burası benim anavatanım değil ama bir şekilde “Haymat- Heimat” dedikleri, benim bir şekilde “Memleketim” yani “Memleketim Berlin”. Bunu bir şekilde söylememiz ve kabul ettirmemiz lazım.

Biz burada Türkçe de, Almanca da duymak istiyoruz!

Tiyatrom’da birbirinden güzel bir sürü Almanca oyunlar yapıldı. Sevgili Hüseyin, ben senin kızın Selda’dan örnek vermek istiyorum ki onların Almancaları bizim Almancamızın kat be kat üstünde. Bunlar senin benim, bizim çocuklarımız ve onlara bizim şunu dememiz lazım. “Alın götürün artık, biz buraya kadar getirdik” ve bu çok zor değil, zira birikmiş birçok bilgi var. Yeter ki bunun arkasında durabilecek insanlar olsun. Bak sana şunu söyleyeyim, biz burada sadece Tiyatrom’u konuşuyoruz. Ben sadece şunu söyleyebilirim: Tiyatrom’da misafir olarak gelip çalışmalar yapan yazarlar, şairler, kitabını tanıtmak isteyen genç arkadaşlarım, resitaller veren genç müzisyenler ve gruplar, “Rock”tan, “Türk Sanat Müziği”ne kadar müzikle uğraşan arkadaşlarımız, bu arkadaşlara teknik donanım sağlayan ve onlarla birlikte olan değerli dostlarımız, arkadaşlarımız, bugün hepsi işsiz ve hiçbiri çalışamıyor. Müzik dinleyecek bir yer yok. Taverna müziği yapan, müzik yapan bir gazino kalmadı. Hiçbir şey yapılmıyor. Tabii ki Tiyatrom da zor durumda ama bizden daha zor durumda olan arkadaşlar da, gruplar da var. İnşallah bu güzellikler ve bugüne kadar yapılan çalışmalar meyvasını verecektir. Bunlar gelip geçici şeyler. Biz Koronayı da atlatmasını bileceğiz, yeter ki bir parçacık daha direnmesini ve sabırla beklemesini bilelim.

Evet sevgili Hüseyin, yalnız “Tiyatrom”u değil “Tiyatrom”ları yaşatmamız lazım. Çünkü sanatın olduğu yerde seviye, barış, mutluluk, sevgi ve yaşam vardır.

Yekta Arman: “Türk-Alman Kültür ve Sanat Vakfı’na ihtiyacımız var.”

Tiyatronun gençlere verdiği çok büyük faydalar var. İleriyi görmesi, çok yönlü düşünmesi, kendine olan güvenini artırması, insan sarrafı olması. Ama sonuçta kişiliğinin gelişmesinde sanatın, hele hele burada yetişen genç çocuklarıma çok çok büyük faydası olduğuna ben bütün kalbimle inanıyorum. Ve bunu burada ilk defa sana söylüyorum: Türk-Alman Kültür ve Sanat Vakfı. Bizim başkentte böyle bir vakfa, kültür metropolü olan bir kentte, Berlin’de ihtiyacımız var. Bunun çatısı altında bir bina düşün, üst katlar yönetici kadroları, alt katlarda 3-4 tane müzik odası, onun altında 2-3 tane çalışma odası, prova odaları, prova ve sergi salonları, prova yapılabilecek ve aynı zamanda oyun oynanabilecek küçük, büyük salonlar ve onun altında 500-600 kişilik büyük bir salon. Yani bu benim, 70 yaşına yaklaşan Yekta Arman’ın Berlin’deki en büyük rüyası, biliyor musun?

Sevgili Yekta Arman, bu güzel söyleşi için sana teşekkür ediyor ve söyleşimizi şu sözlerle bitiriyorum: “Bir dili yaşatmak, bir kültürü yaşatmak, bir toplumu yaşatmaktır.” Tiyatrom’u yaşatmamız lazım. Verimli çalışmalarının devamını dileyerek: “RÜYALARIN GERÇEK OLSUN” diyorum.

Değerli okurlarım, sevgiyle kalın! Kültür ve sanatla kalın!

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*